http://lokantalarim.blogspot.com.tr/2014/04/kuzguncuk-balkcs.html
"Kimin başı sıkışsa, koşar Perihan Abla..." Bazen hiç anlam veremediği bir anda, bazı nakaratlar insanın kulağında yankılanmaya başlar. Perihan Abla dizisi...Her ne kadar klişeler ve tekrarlarla dolu olsa da, belki gerçekten mahalle kültürünü anımsattığı ve insanları geçmiş "güzel" günlere götürdüğü, ya da belki sadece tek kanala mahkum bir milletin mecburi seçeneği olduğu için Perihan Abla dizisi çok izlenirdi seksenli senelerde. Bugün, insanları aptallaştırdığına inandığım için hiçbir Türk dizisini seyretmeyen bendeniz, o yıllarda pek çok bölümünü izlemiştim Perihan Abla'nın. Alternatifsizlik dışında, bugünkü diziler gibi üç saat sürmediğini ve insanı bayıltmadığını da özellikle vurgulamam gerekiyor. Aynı dialogları her dizide duyar, çaktırmadan vurgulanan insani değerleri ve "ah ne güzeldi eski İstanbul'da yaşam" mesajını alır, mahalle hayatının canayakın, yardımsever, sadık ve dost canlısı dünyasının renklerine hayranlıkla bakar, yine kös kös içinde debelendiğimiz alışılmış apartman dairelerimizde karşı komşumuzu tanımadan, kimseye selam vermeden, kendi fanusumuzun içinde, hüzün ve yalnız yaşamaya devam ederdik. Hüzünlü senelerdi bana kalırsa seksenler. Her ne kadar Türkiye'nin büyük bir atılım yaptığı, dünyaya açıldığı, ekonomik kalkınma konusunda ciddi adımlar attığı, demokrasi konusunda ilerleme kaydettiği düşünülüyor olsa da, bana kalırsa, seksenli yıllar; kültür, insaniyet, saygı, estetik, yüksek beğeniler konusunda memlekette kalan son kırıntıların da yok edildiği, silip süpürüldüğü ve iyiden iyiye melez, renklerden yoksun, hırs ve şark kurnazlığının yarattığı bir hayat tarzının ortaya çıktığı bir dönemdir. Perihan Abla dizisi de, işte tam o senelerin göbeğinde, geçmişin basit ama dayanışma yüklü alt kültürüne özlemle bakan bir projeydi. Bu yüzden sevildi. Hüznün tam ortasında bir geriye bakış, bir dinlenme, bir iç çekmeydi belki de.
Sokak tabelasında "Perihan Abla" yazıyor. Ne tuhaf. Kafamı kaldırıp gülümsüyorum. Başka ne yapabilirim ki. Güneşli bir Nisan günü, daracık bir sokakta, sokağa kaygısızca atılmış bir masada oturmuşsanız ve sokak tabelasında "Perihan Abla" yazıyorsa, gülümsemek dışında ne yapabilirsiniz ki? Sigara içiyor olsaydım bu noktada bir sigara yakardım kesin. Neden bilmem, bu sigaranın Benson&Hedges olması gerekirdi. Elimde bir duble rakı, aklımda geçmişin tatlı büyüsü, önümde de beni teklifsizce kabul eden dost bir sokak olurdu. Marcel Proust misali "Yitik Zamanın İzinde" dolaşıyor olurdum. Kaybedilen gençliğime, boşa geçtiğine inandığım pek çok zamana, pişmanlık ve hüzünlerime hiç kafayı takmaz, geçen zamanda olup bitenleri, "oldukları" gibi kabul eder, yaşamın keyfine varırdım.
Gözlerimi açıyorum. Yine "Perihan Abla" yazıyor sokak tabelasında, şaka değil. Dizinin çekildiği sokakta , Kuzguncuk Balıkçısı'nın sahibi ve yemeklerinin mucidi Nükte Hanım'la güzel güzel sohbet ediyorum. Daracık sokağın üzerinde küçücük bir masa, masada bir balık çorbası, balık çorbasına daldırdığı kaşığı ağzına her götürüşünde gözlerini yumup keyifle sırıtan bendeniz... Çorbanın hammadesi mezgit de olsa, balık suyu kırlangıçtan üretilme olduğu için çok güzel bir tadı var. Çok seviyorum balık çorbasını. Oysa bu memleketin çocukları balık çorbasını sevmez, tarhana falan severler. Her ne kadar her yanımız deniz de olsa bu muazzam lezzeti anlayamayız biz. İçimden "Bin sene olmadı mı biz buraya geleli? Hala mı göçebeyiz?" diye bağırmak geliyor. Ama bunu yapmıyorum, zira çorbanın harika terbiyesi ve kırlangıcın büyülü fısıltıları beni sakinleştiriyor.
Kilise vakfına ait bir binada hizmet veriyor Kuzguncuk Balıkçısı. Kiliseye de çok yakın, dolayısıyla içki servisi yok burada. (Tıpkı Suna'nın yerinde olduğu gibi !!!!) İki katlı şirin bir bina; bir de asmakat şeklinde mutfak işlevi gören sımsıcak bir bölümü var. İnsan, mekanın içinde o "ufacıklık" duygusuna karşın kendini basılmış hissetmiyor kesinlikle. Rahat bir havası var, üç-beş masa yine. Ama tabii ki, şimdi sokağın üzerinde oturmuş olan bendeniz, bedenimi ısıtan Nisan güneşiyle içeri girmeyi gereksiz buluyorum. Dışarıda, biraz Kuzguncuk, azıcık da memleketin mutfak kültürünü harmanlayan bir sohbetin içindeyim. Kuzguncuk İstanbul'da ilk "gentrification" vakasının yaşandığı semt belki de. Perihan Abla dizisinin ardından buranın yaşayan profilinde ciddi değişiklikler boy göstermiş. Adeta Kuzguncuk "hatırlanmış" insanlar tarafından. Buralarda diziler çekilmiş, mimarlık büroları açılmış, küçük küçük lokantalar görülmeye başlamış. Kuzguncuk Balıkçısı'nın yerinde daha önce yine Nükte Hanım'a ait bir cafe mevcutmuş, sonra yerini balıkçıya bırakmış.
Nükte Hanım, insanların balık yemesi gerektiğine inanan biri. (benim gibi) Hiçbir yemeğin 25 TL'nin üzerinde olmadığı bir mekan açtığını, tüm deniz mahsüllerinin taze olduğunu, günlük hazırlandığını, hem öğle, hem de akşam yemeklerini hedeflediklerini söylüyor. Mekanın yeri çok merkezi ve ulaşımı kolay olsa da, arabanız varsa park edecek yer bulmakta güçlük çekebilirsiniz, benden söylemesi. Ben harika bir havada geldim, ama hüzünlü bir kış gecesinde buraya gelip içeride oturarak balık yemenin de güzel olabileceğine inanıyorum.
Güzel sohbetin ortasında masayı şenlendiren ikinci yemek paella. İspanyol mutfağının çok ateşli savunucularından birisi olmadığımı düşünüyorum bu yemek masaya doğru süzülürken. Evet, dünyada pek çok mutfağa göre, İspanyol yemeklerini tercih ederim, lakin İtalyan ve Çin'in kalbimdeki kemikleşmiş yerine hiçbir zaman ulaşamamıştır İspanyollar. Ama bu paella farklı! Bulgurdan yapılmış olması beni çok şaşırtıyor. Google kuşağının yorulmaz bir mensubu olarak bulgur-paella'nın nerelerde karşımıza çıktığını bir araştırıyorum. Türkiye'de pek yapılmadığını görüyorum hemen. Gavur ülkelerinde "poor man's paella" - "fakir adamın paellası" diye konumladıklarını görüyorum birkaç yerde. Bana kalırsa gayet gurmelere layık bir yemek olmuş bulgur paella. İçinde zerdeçal da var, tadını hemen alıyorsunuz. Deniz mahsülleri de cabası. Kum midyesi ve kalamarın tadını çıkarıyorum yerken. Bu yemeğin yanında sarışın bir biranın çok iyi gideceğini geçiriyorum aklımdan. Dengeli, hafif, insanın damağına saldırmayan bir pilsner ile birlikte bulgur paellanın tadına doyulmaz, diye düşünüyorum.
Hayat güzel ! Beni tanıyanlar bu cümleciği benden duymaya pek alışkın değillerdir aslında. Ama bugün yaşam güzel bir yanını gösteriyor bana. Demek ki gerçekten, kimin başı sıkışırsa, Perihan Abla koşuyor. Sorun kalmıyor, dertler uzaklaşıyor, tasalar ağır ağır bitiyor. Ama yemeye devam ediyoruz tabii. Kırlangıç geliyor masaya, mantarla danseden enfes bir şekilde pişirilmiş, tadı krallara layık. Kendimi daha da iyi hissediyorum. Karşıdaki ev yemekleri yapan Asude Lokantası'nın ve Ekmek Teknesi'nin Kuzguncuk Balıkçısı'na göre daha çok müşterisi var. İnsanlarımızın anlamadığı bir nokta olduğunu düşünüyorum bu saptamayı yaparken:
EV YEMEKLERİ EVDE YENİR!!!
Evde tencere yemeği pişmeyen, ağırlıklı olarak bekar erkek güruhundan oluşan bir topluluğun dışarıda tencere yemekleri yemesini anlayabiliyorum, ama her gün evde istediği gibi beslenen halkımın dışarıda da bu yemeklerin peşinde koşmasını havsalam almıyor. Kusura bakmayın, ama dışarı çıktığınızda bana kalırsa evde pişmeyen bir şeyler yemelisiniz sevgili okurlar. Öte yandan bu mekanların çok ucuz olmasından dolayı tercih edilme olasılıkları da mevcut. Bunu asla bilemeyeceğim, çünkü oralarda yemeyeceğim.
Kuzguncuk Balıkçısı'ndan büyük bir mutlulukla kalktım, bu yazıyı yazmaya koyuldum. Dilerim siz de salt yemek yiyerek mutlu olabileceğiniz bir hayat yaşarsınız.
İcadiye Cad. Perihan Abla Sok.
No:3 Kuzguncuk, Üsküdar / İstanbul
0 216 341 0144
-----16 Apr, 2014-----
http://lokantalarim.blogspot.com.tr/2014/04/kuzguncuk-balkcs.html
"Kimin basi sikissa, kosar Perihan Abla..." Bazen hiç anlam veremedigi bir anda, bazi nakaratlar insanin kulaginda yankilanmaya baslar. Perihan Abla dizisi...Her ne kadar kliseler ve tekrarlarla dolu olsa da, belki gerçekten mahalle kültürünü animsattigi ve insanlari geçmis "güzel" günlere götürdügü, ya da belki sadece tek kanala mahkum bir milletin mecburi seçenegi oldugu için Perihan Abla dizisi çok izlenirdi seksenli senelerde. Bugün, insanlari aptallastirdigina inandigim için hiçbir Türk dizisini seyretmeyen bendeniz, o yillarda pek çok bölümünü izlemistim Perihan Abla'nin. Alternatifsizlik disinda, bugünkü diziler gibi üç saat sürmedigini ve insani bayiltmadigini da özellikle vurgulamam gerekiyor. Ayni dialoglari her dizide duyar, çaktirmadan vurgulanan insani degerleri ve "ah ne güzeldi eski Istanbul'da yasam" mesajini alir, mahalle hayatinin canayakin, yardimsever, sadik ve dost canlisi dünyasinin renklerine hayranlikla bakar, yine kös kös içinde debelendigimiz alisilmis apartman dairelerimizde karsi komsumuzu tanimadan, kimseye selam vermeden, kendi fanusumuzun içinde, hüzün ve yalniz yasamaya devam ederdik. Hüzünlü senelerdi bana kalirsa seksenler. Her ne kadar Türkiye'nin büyük bir atilim yaptigi, dünyaya açildigi, ekonomik kalkinma konusunda ciddi adimlar attigi, demokrasi konusunda ilerleme kaydettigi düsünülüyor olsa da, bana kalirsa, seksenli yillar; kültür, insaniyet, saygi, estetik, yüksek begeniler konusunda memlekette kalan son kirintilarin da yok edildigi, silip süpürüldügü ve iyiden iyiye melez, renklerden yoksun, hirs ve sark kurnazliginin yarattigi bir hayat tarzinin ortaya çiktigi bir dönemdir. Perihan Abla dizisi de, iste tam o senelerin göbeginde, geçmisin basit ama dayanisma yüklü alt kültürüne özlemle bakan bir projeydi. Bu yüzden sevildi. Hüznün tam ortasinda bir geriye bakis, bir dinlenme, bir iç çekmeydi belki de.
Sokak tabelasinda "Perihan Abla" yaziyor. Ne tuhaf. Kafami kaldirip gülümsüyorum. Baska ne yapabilirim ki. Günesli bir Nisan günü, daracik bir sokakta, sokaga kaygisizca atilmis bir masada oturmussaniz ve sokak tabelasinda "Perihan Abla" yaziyorsa, gülümsemek disinda ne yapabilirsiniz ki? Sigara içiyor olsaydim bu noktada bir sigara yakardim kesin. Neden bilmem, bu sigaranin Benson&Hedges olmasi gerekirdi. Elimde bir duble raki, aklimda geçmisin tatli büyüsü, önümde de beni teklifsizce kabul eden dost bir sokak olurdu. Marcel Proust misali "Yitik Zamanin Izinde" dolasiyor olurdum. Kaybedilen gençligime, bosa geçtigine inandigim pek çok zamana, pismanlik ve hüzünlerime hiç kafayi takmaz, geçen zamanda olup bitenleri, "olduklari" gibi kabul eder, yasamin keyfine varirdim.
Gözlerimi açiyorum. Yine "Perihan Abla" yaziyor sokak tabelasinda, saka degil. Dizinin çekildigi sokakta , Kuzguncuk Balikçisi'nin sahibi ve yemeklerinin mucidi Nükte Hanim'la güzel güzel sohbet ediyorum. Daracik sokagin üzerinde küçücük bir masa, masada bir balik çorbasi, balik çorbasina daldirdigi kasigi agzina her götürüsünde gözlerini yumup keyifle siritan bendeniz... Çorbanin hammadesi mezgit de olsa, balik suyu kirlangiçtan üretilme oldugu için çok güzel bir tadi var. Çok seviyorum balik çorbasini. Oysa bu memleketin çocuklari balik çorbasini sevmez, tarhana falan severler. Her ne kadar her yanimiz deniz de olsa bu muazzam lezzeti anlayamayiz biz. Içimden "Bin sene olmadi mi biz buraya geleli? Hala mi göçebeyiz?" diye bagirmak geliyor. Ama bunu yapmiyorum, zira çorbanin harika terbiyesi ve kirlangicin büyülü fisiltilari beni sakinlestiriyor.
Kilise vakfina ait bir binada hizmet veriyor Kuzguncuk Balikçisi. Kiliseye de çok yakin, dolayisiyla içki servisi yok burada. (Tipki Suna'nin yerinde oldugu gibi !!!!) Iki katli sirin bir bina; bir de asmakat seklinde mutfak islevi gören simsicak bir bölümü var. Insan, mekanin içinde o "ufaciklik" duygusuna karsin kendini basilmis hissetmiyor kesinlikle. Rahat bir havasi var, üç-bes masa yine. Ama tabii ki, simdi sokagin üzerinde oturmus olan bendeniz, bedenimi isitan Nisan günesiyle içeri girmeyi gereksiz buluyorum. Disarida, biraz Kuzguncuk, azicik da memleketin mutfak kültürünü harmanlayan bir sohbetin içindeyim. Kuzguncuk Istanbul'da ilk "gentrification" vakasinin yasandigi semt belki de. Perihan Abla dizisinin ardindan buranin yasayan profilinde ciddi degisiklikler boy göstermis. Adeta Kuzguncuk "hatirlanmis" insanlar tarafindan. Buralarda diziler çekilmis, mimarlik bürolari açilmis, küçük küçük lokantalar görülmeye baslamis. Kuzguncuk Balikçisi'nin yerinde daha önce yine Nükte Hanim'a ait bir cafe mevcutmus, sonra yerini balikçiya birakmis.
Nükte Hanim, insanlarin balik yemesi gerektigine inanan biri. (benim gibi) Hiçbir yemegin 25 TL'nin üzerinde olmadigi bir mekan açtigini, tüm deniz mahsüllerinin taze oldugunu, günlük hazirlandigini, hem ögle, hem de aksam yemeklerini hedeflediklerini söylüyor. Mekanin yeri çok merkezi ve ulasimi kolay olsa da, arabaniz varsa park edecek yer bulmakta güçlük çekebilirsiniz, benden söylemesi. Ben harika bir havada geldim, ama hüzünlü bir kis gecesinde buraya gelip içeride oturarak balik yemenin de güzel olabilecegine inaniyorum.
Güzel sohbetin ortasinda masayi senlendiren ikinci yemek paella. Ispanyol mutfaginin çok atesli savunucularindan birisi olmadigimi düsünüyorum bu yemek masaya dogru süzülürken. Evet, dünyada pek çok mutfaga göre, Ispanyol yemeklerini tercih ederim, lakin Italyan ve Çin'in kalbimdeki kemiklesmis yerine hiçbir zaman ulasamamistir Ispanyollar. Ama bu paella farkli! Bulgurdan yapilmis olmasi beni çok sasirtiyor. Google kusaginin yorulmaz bir mensubu olarak bulgur-paella'nin nerelerde karsimiza çiktigini bir arastiriyorum. Türkiye'de pek yapilmadigini görüyorum hemen. Gavur ülkelerinde "poor man's paella" - "fakir adamin paellasi" diye konumladiklarini görüyorum birkaç yerde. Bana kalirsa gayet gurmelere layik bir yemek olmus bulgur paella. Içinde zerdeçal da var, tadini hemen aliyorsunuz. Deniz mahsülleri de cabasi. Kum midyesi ve kalamarin tadini çikariyorum yerken. Bu yemegin yaninda sarisin bir biranin çok iyi gidecegini geçiriyorum aklimdan. Dengeli, hafif, insanin damagina saldirmayan bir pilsner ile birlikte bulgur paellanin tadina doyulmaz, diye düsünüyorum.
Hayat güzel ! Beni taniyanlar bu cümlecigi benden duymaya pek aliskin degillerdir aslinda. Ama bugün yasam güzel bir yanini gösteriyor bana. Demek ki gerçekten, kimin basi sikisirsa, Perihan Abla kosuyor. Sorun kalmiyor, dertler uzaklasiyor, tasalar agir agir bitiyor. Ama yemeye devam ediyoruz tabii. Kirlangiç geliyor masaya, mantarla danseden enfes bir sekilde pisirilmis, tadi krallara layik. Kendimi daha da iyi hissediyorum. Karsidaki ev yemekleri yapan Asude Lokantasi'nin ve Ekmek Teknesi'nin Kuzguncuk Balikçisi'na göre daha çok müsterisi var. Insanlarimizin anlamadigi bir nokta oldugunu düsünüyorum bu saptamayi yaparken:
EV YEMEKLERI EVDE YENIR!!!
Evde tencere yemegi pismeyen, agirlikli olarak bekar erkek güruhundan olusan bir toplulugun disarida tencere yemekleri yemesini anlayabiliyorum, ama her gün evde istedigi gibi beslenen halkimin disarida da bu yemeklerin pesinde kosmasini havsalam almiyor. Kusura bakmayin, ama disari çiktiginizda bana kalirsa evde pismeyen bir seyler yemelisiniz sevgili okurlar. Öte yandan bu mekanlarin çok ucuz olmasindan dolayi tercih edilme olasiliklari da mevcut. Bunu asla bilemeyecegim, çünkü oralarda yemeyecegim.
Kuzguncuk Balikçisi'ndan büyük bir mutlulukla kalktim, bu yaziyi yazmaya koyuldum. Dilerim siz de salt yemek yiyerek mutlu olabileceginiz bir hayat yasarsiniz.
An error has occurred! Please try again in a few minutes